HAFTANIN ALBÜMLERİ 24-31 EKİM



THE CHARLATANSWE ARE LOVE

Sekiz yıllık suskunluğun ardından The Charlatans, 31 Ekim’de yayında olacak yeni albümleri ‘We Are Love’ ile geri döndü. 1990’lardan bu yana Britanya alternatif rock sahnesinin en istikrarlı ve hayatta kalmayı başarmış gruplarından biri olan ekip için bu albüm, yalnızca bir geri dönüş değil; aynı zamanda toplu bir hatırlama, yüzleşme ve yeniden doğuş hikâyesi.

On dördüncü stüdyo albümü olan ‘We Are Love’, grubun 1997 tarihli kült albümü ‘Telling Stories’den bu yana ilk kez Rockfield Studios’a dönmesiyle ayrı bir anlam taşıyor. Rockfield; yalnızca The Charlatans tarihinin değil, aynı zamanda trajedilerinin de parçası — grubun klavyecisi Rob Collins, 1996’da bu stüdyoya giden yolda hayatını kaybetmişti. Tim Burgess’in sözleriyle, bu dönüş “hauntology” ve “psychogeography” kavramlarının somut bir karşılığı: geçmişin mekân üzerinden bugünü etkilemesi. Albüm bu açıdan yalnızca şarkılardan oluşmuyor; bir hatıra mimarisi kuruyor.

Albümün prodüksiyonunda dikkat çeken bir isim listesi var: Blood Orange ve Lightspeed Champion projeleriyle bilinen Dev Hynes, Spector’dan Fred Macpherson ve Britpop dönemine damgasını vuran prodüktör Stephen Street (The Smiths, Blur, The Cranberries). İşin ilginci, Tim Burgess bu kez fazla iş birliğinden özellikle kaçındıklarını söylüyor: “Bir önceki albüm ‘Different Days’ büyük bir konuk sanatçı geçidiydi, bu kez daha odaklanmış olmak istedik.” Yine de albümde 10cc efsanesi Kevin Godley gibi sürpriz isimler yer alıyor.

Albümle aynı adı taşıyan ilk single ‘We Are Love’, yazın Manchester’daki Castlefield Bowl konserinde ilk kez seslendirildiğinde yeni dönemin ipuçları çoktan verilmişti. Enerjisi yüksek, ritmik ve duygusal olarak taşıyıcı bir şarkı. Mark Collins’in ifadesiyle bu şarkı, “albümün yönünü belirleyen patika” oldu. Hissiyatı sade; kolektif bir nefes alma, içsel bir birlik duygusu. Burgess, şarkıyı “favori filminizin jeneriğinde kıyı şeridinde üstü açık bir arabayla yolculuk yapmak gibi” diye tanımlıyor — bu imge, albümün hissini tek cümlede özetliyor aslında: nostaljik ama yenileyici.

‘We Are Love’, The Charlatans’ın kendine özgü groovelarını, Hammond dokunuşlarını ve baggy ruhunu çağdaş bir prodüksiyonla güncelliyor. 90’lara yaslanan gitar melodileri ile elektronik ve atmosferik katmanlar bir aradalık hissi yaratıyor. Şarkıların taşıdığı ana duygu: şefkati kaybetmemiş bir olgunluk. Yıllar geçtikçe sertleşen değil, yumuşayan ve hâlâ umutlu kalabilen bir grup var karşımızda.

İnişli çıkışlı kariyerlerine rağmen The Charlatans hiçbir zaman dağılmadı; bu bile onları Britanya sahnesinde özel bir yere koyuyor. 22 UK Top 40 single, üç 1 numara albüm ve ‘The Only One I Know’, ‘North Country Boy’ gibi kült şarkılar… Ama artık gözleri geçmişte takılı olmayan bir grup izlenimi veriyorlar. ‘We Are Love’ bunu hissettiriyor: nostaljiye sıkışmadan geçmişi onurlandırmak mümkün.



FLORENCE + THE MACHINEEVERYBODY SCREAM

Florence + The Machine, altıncı stüdyo albümü ‘Everybody Scream’ ile kariyerinin en karanlık, en kırılgan ve en fazla ‘bedensel’ olan dönemine giriyor. 31 Ekim’de, yani Halloween gecesi yayınlanacak olması bile albümün atmosferine dair güçlü bir ipucu veriyor: Bu, hem içsel hem de törenvari bir katharsis albümü.

Florence Welch, ‘Dance Fever’ turnesi sırasında 2023’te geçirdiği  ameliyatın ardından fiziksel sınırlarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Bu süreç, ‘Everybody Scream’in hem varoluşsal hem de tematik omurgasını belirliyor. Welch, Zane Lowe’a verdiği röportajda albümü için “şimdiye kadarki en kişisel Florence + The Machine kaydı” diyerek, yaratıcılığını bu kez “kutlayıcı çığlık” metaforu etrafında ördüğünü söylüyor. Peki nedir kutlayıcı çığlık? Acının içinden çıkan, bastırılmış duyguların içgüdüsel dışa vurumu: hem korku, hem özgürleşme, hem de diriliş.

Florence Welch’in sanatı her zaman mitolojik ve sembolik referanslarla örülüydü; ‘Everybody Scream’ ise bu eğilimi daha da derinleştiriyor. Albüm duyurusu öncesinde Instagram’da paylaşılan görsel ipuçları — cadı arketipleri, halk korkusu (folk horror), pagan ritüelleri — albümün evrenini netleştiriyordu. Welch’in kırmızı elbiseyle bir tarlada kazdığı çukurda haykırdığı kısa tanıtım videosu, suskunluk ve içsel hapsetmenin ardından gelen patlamayı simgeliyor.

Bu albümün yaratım süreci Florence’ın etrafındaki bağımsız ruhlu müzisyenlerle daha da güçlenmiş görünüyor. İdles gitaristi Mark Bowen, albümün yaratıcı omurgasında yer alırken, The National’dan Aaron Dessner, duygusal yoğunluğu rafine eden bir prodüksiyon dili sağlıyor. Mitski’nin katkıları ise albüme gölgeli bir şiirsellik katıyor. Bu üç isim, Welch’in gotik-romantik dünyasını daha da içsel, daha da çarpıcı bir düzleme taşıyor.

‘Everybody Scream’, kadınlık deneyiminin karanlık kıvrımlarında dolaşıyor: beden ve ruh arasındaki çatışma, yara izlerinin sakladığı hafıza, suçluluk ve şifa arzusu. Albümün dünyasında “çığlık” sadece korku değil; aynı zamanda tarihsel olarak susturulan kadın sesinin geri dönüşü. Bu, albümün duygusal omurgasını feminist bir yerle de buluşturuyor.

Her Florence + The Machine albümü yeni bir mitoloji yaratır. ‘Lungs’un pastoral büyüsü, Ceremonials’ın törensel ihtişamı, ‘High As Hope’un kırılgan içtenliği ve ‘Dance Fever’ın Dionysosçu enerji taşkınlığı… ‘Everybody Scream’, bu evrenin en içe dönük ama en dramatik halkası. Aynı zamanda en cesuru.

Bu albüm “kayıp bir ruhun ağıtı” değil; daha çok “karanlığa bakma cesaretiyle gelen kurtuluşun hikâyesi.” Florence Welch, modern müziğin mit yaratan nadir figürlerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. ‘Everybody Scream’, sadece dinlenen değil — ritüel gibi deneyimlenen bir albüm. Tıpkı bir çığlık gibi; önce susturur, sonra özgür bırakır.



TORTOISE – TOUCH

Dokuz yıl aradan sonra gelen yeni Tortoise albümü ‘Touch’, Chicago kökenli topluluğun zamana yenilmeyen karakterini yeniden hatırlatıyor. Grup, her zamanki gibi kelimelere ihtiyaç duymadan anlatıyor derdini; şarkılar, boşluklarla, mekanik titreşimlerle ve katmanlar arasında gizlenen dramatik gerilimlerle konuşuyor. Albümün atmosferi sinematik—karanlık otoyollar, sisli şehir köşeleri ve boş hangarlarda yankılanan gerilim duygusu… Yine de bu karanlık, grup için bir çıkışsızlık değil; daha çok merak eden bir zihin hali, bilinmeyene yönelen bir enerji.

‘Touch’, Tortoise’un her zaman gurur duyduğu kolektif üretim mantığının güncellenmiş bir versiyonu gibi. Üyelerin; Chicago, Los Angeles ve Portland’a dağılmış olması süreci zorlaştırmış olsa da, ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı biçimde bütünlüklü. Yıllarca aynı odada fikir alışverişi yapmaya alışmış bir grup için şarkıları uzaktan inşa etmek büyük bir sınav olmuş; ancak bu yeni yöntem müziğe ilginç bir sabır duygusu katmış. Albümde fikirler çatışmıyor; ağır ağır birleşip büyüyor.

Müziğin odağında yine Tortoise’un imzası olan ritmik mimari var. Şarkılar çoğu zaman melodiden çok hareketle ilerliyor; perküsyon katmanları, bas yürüyüşleri ve elektronik dokular bir araya gelerek neredeyse heykelsi bir müzik dili kuruyor. ‘Vexations’ gibi kayıtlar, grubun düzenleme konusundaki sezgisinin hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor; minimal bir tema, küçük müdahalelerle geniş bir dramatik alana dönüşüyor. ‘Touch’; post-rock’ın sessiz evrimini temsil ediyor—gösterişsiz ama zeka dolu, teknik ama ruhsuz değil.

Tortoise bu albümle köklerine dönmüyor; aslında hiçbir zaman gerçek anlamda uzaklaşmamışlardı. Bunun yerine var oldukları alanı genişletiyorlar. Acele etmeyen, açıklama yapma gereği duymayan, dinleyiciyi hikâyeye ortak eden bir albüm bu. ‘Touch’, sessiz görünen ama derinlemesine dinlendiğinde büyüyen albümlerden. Tortoise, bir kez daha kanıtlıyor: iyi müzik yüksek sesle değil, doğru yerden konuştuğunda etkili

GUIDED BY VOICES – THICK, RICH AND DELICIOUS

Guided By Voices gibi 40 yılı devirmiş gruplar genelde kariyerlerinin güvenli bölgelerine çekilir, eski tarifleri tekrarlar. Ancak Robert Pollard ve ekibi bu şablona hiç uymadı. ‘Thick, Rich and Delicious, grubun 42. albümü olmasına rağmen şaşırtıcı derecede enerjik, taze ve şarkı odaklı. Guided By Voices’ın bu kadar üretken olmasına alışkınız ama bu albüm “sadece bir yenisi” değil; diskografilerinin güçlü halkalarından biri.

Albüm büyük bir iddia peşinde değil, zaten buna ihtiyaç da duymuyor. Pollard burada sahte konseptlere ya da fazla ciddiyete sapmadan, doğrudan melodi gücüyle konuşuyor. Power pop mirasını güncelleyen bir dizi kısa, direkt ve etkili şarkıdan oluşuyor. Dinlerken fazladan beklentiye girmeden keyifle akıyor; ama bir süre sonra fark ediyorsunuz ki, şarkılar düşündüğünüzden çok daha iyi yazılmış.

Brooklyn’de canlı kaydedilen albüm, yüksek sesli gitarlar ve minimal prodüksiyon tercihleriyle öne çıkıyor. Gitarlar miksin merkezinde; temiz ama dişli, güçlü ama parlatılmamış. Bu yaklaşım, albüme stüdyo kaydından çok prova odası enerjisi katıyor. Pollard’ın vokali ise her zamanki gibi karakterli; ne gençleşmeye çalışıyor ne yaşlandığını gizliyor – tamamen olduğu gibi.

Albümde belirgin zirveler var. ‘(You Can’t Go Back To) Oxford Talawanda’, uzun yıllardır Pollard’ın zihninde dolaştığını söylediği bir melodiyi sonunda kayıt altına almasıyla dikkat çekiyor. Açık ara en güçlü nakarata sahip şarkı ve albümün ruhunu özetliyor. ‘Xeno Urban’ sert ritmiyle öne çıkarken, ‘Siren’ post-punk ile power pop arasında duran havasıyla akılda kalıyor. Daha melankolik bir tona ihtiyaç duyanlar için ‘Lucy’s World’ ve ‘Our Man Syracuse’ de albümün yumuşak merkezini oluşturuyor.

Her şeyden önemlisi, şarkılar hem yazılırken hem çalınırken belli ki eğlenilmiş. Albümün bu kadar iyi çalışmasının nedeni de belki bu: pretansiyonsuz ama güçlü olması. Guided By Voices burada yeni bir şey icat etmiyor, kendini yenilemeye de kasmıyor. Bunun yerine, en iyi bildikleri şeyi –kısa ve etkili gitar şarkıları yazmayı– çok iyi yapıyorlar.

‘Thick, Rich and Delicious’, grubun kariyerini değiştiren albümlerinden biri olmayabilir, zaten bunu da hedeflemiyor. Bunun yerine, şu basit gerçeği tekrar hatırlatıyor: iyi yazılmış bir şarkı hâlâ her şeydir. Ve Pollard bu konuda hâlâ kimsenin kolay kolay yaklaşamadığı bir seviyede.

Özetle, Guided By Voices’ın yeni albümü, grubun modern indie sahnesinde hâlâ çok özel bir yere sahip olduğunu kanıtlıyor. Abartısız, sahici ve iyi yazılmış şarkılar duymak isteyen herkes bu albüme kulak vermeli.

PAYLAŞ :