HAFTANIN ALBÜMLERİ: 10 EKİM 2025



RICHARD ASHCROFT – LOVIN' YOU

Bu sene Oasis ile turneleyerek kariyerinde yeniden parlama yaşayan, Britpop’un en kalıcı figürlerinden Richard Ashcroft, sekizinci stüdyo albümü Lovin’ You ile geri döndü. The Verve’ün karizmatik solisti olarak 90’ların sonlarına damgasını vuran Ashcroft, bu kez nostaljiyle güncelliği, melankoliyle umudu aynı potada eritiyor.

Albümün çıkış single’ı ‘Lover’, Joan Armatrading’in efsanevi ‘Love And Affection’ parçasını ustalıkla yeniden yorumluyor. Armatrading’in kendisinin de “Onun şarkısını ve benim şarkımı kullanma biçimini çok sevdim.” diyerek övgüyle andığı bu kayıt, Ashcroft’un poptaki rafine sezgisinin bir kanıtı. İkinci single ‘Lovin’ You’ ise Mason Williams’ın 1968 tarihli Grammy ödüllü ‘Classical Gas’ riff’ini barındırıyor; Williams da tıpkı Armatrading gibi bu yeni yorumdan büyülenmiş.

Ashcroft’un örnekleme (sampling) kullanımı yalnızca bir nostalji jesti değil, aynı zamanda bir saygı duruşu. Lover’ın derin bas hattı ve zarif akustik dokusu, 80’lerin sonu 90’ların başı hip-hop ruhuna selam çakarken, Lovin’ You’nun enerjisi dans pistlerini hedef alıyor. İki şarkı, aynı hikâyenin farklı bölümleri gibi: bir ilişkideki ilk kıvılcım ve o aşkın sükuneti.

Şarkı sözleri karmaşık değil, ama dürüst: “Lover, I was feeling low, nowhere to go and you bring me hope...” dizeleri, Ashcroft’un samimi lirizminin özünü yakalıyor. Aşkı büyük bir anlatıdan çok, gündelik bir kurtuluş olarak ele alıyor.

Albümün devamında Ashcroft bizi tanıdık ama taze bir müzikal yolculuğa çıkarıyor. ‘Heavy News’, sert klavye dokunuşlarıyla 2000’lerin başı rock sound’una göz kırparken, Madonna iş birlikleriyle tanınan Mirwais’in eşlik ettiği ‘I’m A Rebel’ saf bir disko parıltısı sunuyor — Ashcroft’un Bee Gees tarzı falsetto vokalleriyle.

Albümün son bölümlerinde country ve folk tınıları öne çıkıyor. ‘Fly To The Sun’ ve ‘Find Another Reason’, 60’ların Roy Harper zarafetini taşırken, ‘Out Of These Blues’ Johnny Cash’in ruhani dokusunu hatırlatıyor. Bu şarkılar, Ashcroft’un artık tür sınırlarını çoktan aştığını ve müziğini içgüdüyle, kalpten gelen bir dürtüyle şekillendirdiğini gösteriyor.

Ashcroft, Bitter Sweet Symphony döneminde yaşadığı telif tartışmalarının mirasını unutmuş değil. Bu kez örneklediği sanatçılara hem kredi hem de ortak yazarlık hakkı vererek müzik endüstrisindeki etik duruşunu net biçimde ortaya koyuyor. Bu tavır, bir tür kişisel kefaret gibi okunabilir: yıllar önce sistemin mağdur ettiği bir sanatçının, şimdi aynı sistemin içindeki adaleti kendi eliyle kurması.

Lovin’ You, bir kariyerin özetinden çok, o kariyerin içsel yankısı gibi. Richard Ashcroft artık Britpop’un eski kahramanı değil; o, duygularını filtresiz paylaşan, yaşanmışlığın gücüne inanan bir hikâye anlatıcısı.



THE ANTLERS – BLIGHT

The Antlers, dört yıllık sessizliğin ardından ‘Blight’ ile geri döndü. 10 Ekim’de Transgressive etiketiyle yayınlanan albüm, Peter Silberman ve Michael Lerner ikilisinin bugüne dek yaptıkları en derin, en düşünceli işlerden biri. 2021 tarihli ‘Green To Gold’un pastoral tonunun ardından gelen Blight, doğaya, insana ve gündelik hayatın görünmez şiddetine dair sert ama narin bir yüzleşme.

Albümün çıkış şarkısı ‘Carnage’, Silberman’ın tanımıyla “acımasızlıktan değil, kolaylıktan doğan bir şiddet” üzerine bir ağıt. Yol kenarında ezilen canlılardan, dökülen atıklardan, farkına bile varmadan verdiğimiz zararlardan söz ediyor. Müzikal olaraksa, nabız gibi atan ritimleri ve sıcak synth dokuları arasında yükselen Telecaster gitarıyla hem kırılgan hem de büyüleyici bir denge kuruyor.

‘Blight’ dokuz kayıttan oluşan bir albüm ama her biri tek bir duygusal evrende birleşiyor: sessiz bir dünyanın yavaş çöküşü. Açılış şarkısı ‘Consider The Source’, bir piyano melodisi ve fısıltıya yakın bir vokalle başlıyor. “Every bargain has a hidden cost” dizesiyle Silberman, tüketimin görünmez bedellerini tartıyor. Altı dakikalık süresi boyunca şarkı, parça parça büyüyüp kendi içindeki yankılara dönüşüyor — tıpkı bir hatıranın içinden geçer gibi.

‘Pour’, albümün çevresel duyarlılığını en açık şekilde ortaya koyuyor. “Solvents and paints / poured down the drains…” dizeleri, ihmalkârlığın bedelini gecikmeli fark edişimizi özetliyor. Şarkı, folk hissinden elektronik tınılara doğru evriliyor; sanki kirlenmiş bir nehri izler gibi, melodinin rengi değişiyor.

Silberman’ın en iyi yaptığı şeylerden biri, duygusal yoğunluğu fısıldayarak vermek. ‘Calamity’ ve ‘A Great Flood’, onun bu minimal ama içe işleyen anlatımının zirvesi. “Who will look after what we left behind?” sorusu, albümün merkezindeki vicdan sızısı.

Blight’ın en çarpıcı yönlerinden biri, çelişkilerle barışık olması. Başlık şarkısında Silberman, kendini “I’m not a bad guy / I do the best I can” diyerek savunuyor; bir yandan doğayı koruma çağrısı yaparken, diğer yandan çevrimiçi alışverişte “shipped in a day / oceans away” diyerek kendi suçunu da kabul ediyor. Bu dürüstlük albümün hem vicdanını hem cazibesini oluşturuyor.

Müzikal anlamda Blight, The Antlers’ın bildiğimiz yavaş yanma estetiğini korurken, daha cesur bir ses evreni yaratıyor. Akustik gitar ve piyano temelleri üzerine elektronik titreşimler, beklenmedik geçişler ve katmanlı atmosferler ekleniyor. En uzun şarkı ‘Deactivate’, yedi dakikayı aşan süresiyle hem distopik hem lirik: “Either save this place / or opt out and deactivate.” Cümle, bir uyarıdan çok, bir seçenek sunuyor — pasif yıkıma karşı sessiz bir isyan gibi.

Albüm, vokal kapanış şarkısı ‘A Great Flood’ın ardından gelen enstrümantal ‘They Lost All Of Us’ ile son buluyor. Piyano melodisi dalgalarla ve kuş sesleriyle iç içe geçiyor; bir dünyanın yavaşça yok oluşunu değil, kalıntılarının hâlâ yankılandığını hissettiriyor.

Bugünün dünyasında, Blight’ın sessizliği bir çığlık kadar etkili. Albüm, insanlığın kendi kendine verdiği zararı bağırmadan anlatıyor. Düşük sesli ama güçlü, umutsuz ama sevgi dolu.

Peter Silberman, uzun süredir insan kırılganlığını mikroskop altına alan bir şarkı yazarıydı; Blight ile bu gözlemini doğaya ve topluma çeviriyor. Her notasında hem suçluluk hem şefkat hissediliyor.



FLOCK OF DIMES – THE LIFE YOU SAVE

Wye Oak solisti Jenn Wasner’ın solo projesi Flock of Dimes, üçüncü stüdyo albümü ‘The Life You Save’ ile 10 Ekim’de Sub Pop aracılığıyla dinleyiciyle buluşuyor. Wye Oak’un yarısı, Bon Iver ve Sylvan Esso gibi isimlerin vazgeçilmez iş birlikçisi olarak tanıdığımız Wasner, bu kez duygusal olarak en çıplak, en kişisel çalışmasını ortaya koyuyor.

Bir dönemi tanımlayan ‘Head Of Roses’ta kalp kırıklığını iki cepheden anlatmıştı: hem terk edenin hem de terk edilenin gözünden. ‘The Life You Save’ ise o hikâyenin ardındaki boşluğa, bağımlılığın, suçluluk duygusunun ve kendini kurtarma arzusunun karanlık sularına bakıyor. On iki şarkı boyunca Wasner, hem kendini hem başkalarını kurtarma çabasının ağırlığını inceliyor — ve sonunda, insanın gerçekten yalnızca kendisini kurtarabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor.

Wasner, bu albümle birlikte kendi şarkı yazarlığında bir dönüm noktasına geliyor. Önceki albümlerini “geride bırakılmış deneyimlerin raporu” olarak tanımlarken, The Life You Save’i; “devam eden bir sürecin içinden yazılmış bir kayıt” olarak görüyor. Bu, bitmemiş bir iyileşmenin, hâlâ süren bir mücadelenin albümü.

Açılış şarkısı ‘Long After Midnight’, neredeyse fısıltı halinde başlayan bir introspeksiyon. Ritimler kırılgan, ama içinde bir huzur kıpırdanıyor. ‘Defeat’ ve ‘Keep Me In The Dark’ gibi şarkılarda Nick Sanborn’un elektronik dokunuşları hissediliyor; üretimde minimalizm ve yoğunluk ustaca dengelenmiş. Wasner’ın çok katmanlı vokal armonileri, her zamanki gibi hem uzak hem de içten.

En duygusal anlardan biri ‘River In My Arms’; hem bir vedaya hem bir kabullenişe benziyor; su gibi akıyor ama içindeki yük ağır. “I know the rules, but I ignore them / I think I’m good enough to pull this off” dizeleri, hem itiraf hem de dua gibi.

Wasner albümle ilgili açıklamasında, uzun süre başka insanların hikâyesini yazdığını düşündüğünü, ama sonunda fark ettiğini söylüyor: “Bu başkalarının hikayesi değilmiş, benimkisiymiş.” Albümün kalbi tam olarak burada atıyor.

Şarkıların merkezinde “başkalarını kurtarma” fikri var — ama bunun ardındaki gizli kibir, suçluluk ve kontrol arzusu da aynı ölçüde sorgulanıyor. Wasner açıkça söylüyor: “Ben kurtarıcı değilim, kahraman da değilim. Ben de kendi döngümde, diğer herkes gibi.” Bu farkındalık, albümü hem trajik hem umutlu kılıyor.

Müzikal olarak The Life You Save, alışıldık Flock of Dimes estetiğini koruyor: deneysel ama duygusal, titiz ama doğal. Gitarlar, synth’ler ve perküsyonlar arasında sürekli bir denge arayışı var; tıpkı Wasner’ın kendi iç dengesi gibi. Adrian Olsen ve Alli Rogers’ın mühendisliği, her detayı kristal netliğinde duyururken, Huntley Miller’ın master’ı albüme sıcak ama ağırbaşlı bir atmosfer kazandırıyor.

Albüm, ismiyle de olduğu gibi, bir ‘kurtuluş’ hikâyesi değil, bir ‘kurtulma mücadelesi’ hikâyesi. The Life You Save’in sonunda Wasner, kendisini değil başkalarını affetmeye çalışmıyor; aksine, kendi kusurlarına, kör noktalarına, bağımlılıklarına bakarken bir tür özgürlük buluyor.

Her şarkıda bir tür yankı hissediliyor: geçmişin, aile kalıplarının, sevginin ve kontrolün yankısı. Ama bu kez sesin tonu yumuşak; yıkım değil, kabullenme taşıyor.

The Life You Save, bir sanatçının kendi hikâyesinin tam ortasında yazdığı bir albüm. Bizi de o merkeze, o sisli alana davet ediyor. Wasner, müziğiyle bizi kurtarmaya çalışmıyor — sadece yanında tutuyor, karanlığın içinde bir el gibi.

Bu albüm, kurtarılmanın değil, anlamanın güzelliğini anlatıyor.
Kurtuluşun belki de tek yolu, içindeki fırtınayı adlandırmak.



THE WYTCHES – TALKING MACHINE

Brighton çıkışlı karanlık surf-rock dörtlüsü The Wytches, yeniden sahnede — hem yepyeni bir albümle hem de devasa bir Birleşik Krallık turnesiyle. Ve bu dönüş, grubun özüne dönüp yeniden doğduğu bir an gibi hissediliyor. ‘Talking Machine’, grubun beşinci albümü olarak hem kirli enerjisini hem de yıllar içinde kazandığı inceliği aynı potada eritiyor.

Albüm, grubun karanlık ve kirli saykodelik rock damarını korurken, içinde şaşırtıcı derecede düşünceli bir ton barındırıyor. Talking Machine’in hem adı hem ruhu, mekanik tekrarın, tüketim çağının ve insan eliyle yaratılan gürültünün ortasında yankılanan bir varoluş sorgusu gibi.

The Wytches bu albümde modern prodüksiyonun pürüzsüz yüzeylerini bir kenara bırakıyor. Kayıtlar, grubun 2014 tarihli ‘Annabel Dream Reader’ albümünden bu yana ilk kez aynı odada canlı olarak çalınarak kaydedilmiş.

Açılış şarkısı ‘Talking Machine’, adını taşıdığı albümün misyonunu özetliyor. Parlak prodüksiyonlardan arındırılmış, kasıtlı olarak kirli bir kayıtta; bateri vurdukça duvarlar titreşiyor, gitarlar birbirine dolanıyor. Kristian Bell’in vokali hem öfkeli hem düşünceli. Şarkının ardında yatan fikir, Thomas Edison’ın gramofon testleriyle günümüz yapay zekâ endişelerini paralel kurarak 'otantiklik' kavramını sorguluyor. Bu karşılaştırma, albümün genel havasını da belirliyor: dijital çağın steril yüzeylerine karşı analog bir başkaldırı.

Albümün genel hissi bir pub’ın sisli havası gibi: ışık az, zemin yapış yapış ama ortam büyüleyici. Talking Machine’in dünyası gri tonlarda parlıyor; karanlık ama albenili, tehditkâr ama zarif.

Şarkılar arasında geçişler bir sigara dumanı gibi yayılıyor. ‘Factory’de gitar soloları bir ağıt gibi salınıyor; ‘Is The World Too Old?’ akustik tınısıyla hüzünlü bir nefes molası sunuyor. Son şarkı ‘Romance’, yaylılarla kapanan kasvetli bir vedaya dönüşüyor — sanki gitarın kendisi sigarasını yakıp sessizce kayboluyormuş gibi.

Kristian Bell’in sözlerinde açık bir huzursuzluk var — ama bu sefer öfke değil, farkındalık baskın. Albüm boyunca insanın kendi gürültüsüne yabancılaşması, dünyaya ait olmama hissi, kaçış ve kabullenme temaları birbirine karışıyor. Talking Machine yalnızca bir rock albümü değil; aynı zamanda modern insanın içindeki mekanikleşmeye dair bir portre.



JAY SOM – BELONG

Altı yılın ardından Melina Duterte, yani Jay Som, dördüncü albümü ‘Belong’ ile geri döndü. 2019 tarihli ‘Anak Ko’dan bu yana geçen yarım on yıl, onun yalnızca bir müzisyen olarak değil, bir insan olarak da olgunlaştığı bir dönemi temsil ediyor. Şimdi, hem geçmişine hem kendine daha derin bir açıklıkla yaklaşan Duterte, gençliğinin sesleriyle bugünkü birikimini buluşturuyor — sonuç, hem nostaljik hem ileriye dönük bir kayıt.

Belong, Jay Som diskografisinde benzersiz bir noktada duruyor: hem enerjik, gitar merkezli şarkılar hem de puslu, içe dönük baladlar aynı evrende buluşuyor. Albüm, bir kimlik hikâyesi gibi ilerliyor — “ait olma” duygusunun hem huzurunu hem yabancılığını anlatıyor.

Melina’nın büyüdüğü dönemde radyoda çalan 2000’ler başı emo ve pop-punk şarkılarının izleri albüm boyunca hissediliyor. ‘Float’ şarkısında Jimmy Eat World’ün efsane vokalisti Jim Adkins’in geri vokalleri, ‘Past Lives’ta Hayley Williams’ın yumuşak armonileri ve ‘Cards On The Table’da ise Mini Trees’ten Lexi Vega’nın katkısı, Jay Som’un ilk konuk vokalistleri olarak albüme yeni bir kolektif ruh kazandırıyor. Bu birliktelikler, Duterte’nin güven duyduğu insanlarla yeni şeyler deneme cesaretinin bir göstergesi.

Pandemi döneminde sahneler sustuğunda, Duterte stüdyonun içine biraz daha derin daldı. Bir vintage Neve miks konsolu alarak prodüksiyona ciddi bir yatırım yaptı — sadece kendi kayıtlarının değil, başkalarının da sesi olma fikriyle. O zamandan beri onun adı modern indie sahnesinin arka planında yankılanıyor: Lucy Dacus’ın ‘Forever Is A Feeling’ albümünde prodüktörlük, boygenius’ın ‘The Record’ında Grammy kazanan bir katkı, Troye Sivan, No Rome ve beabadoobee gibi isimlerle ortak çalışmalar, hatta A24’ün ‘I Saw The TV Glow’ film müziğine bir kayıt…

Jay Som belki sessizdi, ama Melina Duterte hiç durmamıştı. Yeni yaşını bir dönüm noktası olarak gören Duterte, 30’una bastığında müzikle ilişkisini yeniden tanımlamış: “Artık sadece daha iyi olmak istiyorum. Daha fazla insanla, özellikle Asyalı sanatçılarla çalışmak, turnelerde arta kalan günlerde kayıt yapmak, şehir şehir üretmek istiyorum,” diyor.

Bu sözler Belong’un temel duygusuna da yansıyor. Albüm, “ben kimim?” sorusunu dramatik bir kriz olarak değil, doğal bir süreç olarak ele alıyor. Düşük tempolu ‘Belong’ şarkısı, belki de kariyerinin en içten vokal performansını içeriyor; ‘Past Lives’ ise geçmişe özlemle bugünü kabullenme arasında gidip geliyor.

Jay Som’un müziği hâlâ dreamy, ama bu kez sisin içinde bir güç var — gitarlar daha belirgin, synth dokuları daha cesur, ritimler daha kontrollü.

Belong, Jay Som’un bugüne dek yaptığı en özgüvenli, en açık albümü. Melina Duterte, artık sadece bir ‘bedroom pop’ öncüsü değil; kendi jenerasyonunun en üretken müzisyenlerinden biri.
Bu albümde geçmişine teşekkür ediyor, kendine yeniden sarılıyor, sesine yeniden ait oluyor.

PAYLAŞ :